Tarif, hakikatin yoludur, kendisi değildir
Tarif, hakikatin yoludur, kendisi değildir
Marifet yolunda ilk aldığımız derslerden birisidir: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır!
Gayba dair bütün tarifler gidip en sonunda ‘bilinmezliğe’ dayanıyor. Kimisi onu ‘beş duyu organıyla bilinemeyenler’ olarak anlatırken, kimisi de ‘Allahın bildirmesi dışında bilinemeyecekler’ olarak izah ediyor. Tanımların tamamının hakikatin bir köşesini ifade ettiğini düşünüyorum. Ama hakikat tariflerden ibaret değildir. Tariflerin yetişmek istediğidir. Zaten tarifin asl-ı hizmeti odur ki; hakikate giden yolda ‘hakikat avcısına’ mihmandar olabilsin. İlk adımı attırabilsin. Fakat perde olmasın. Ama gölge etmesin. Zaten avcı da hakiki ise bilir ki; tarif, hakikate giden yoldur sadece. Hakikatin kendisi değildir.
Ben de birşeylerin etrafında geziyorum. Varıyor muyum, uzaklaşıyor muyum, bilinmez. Yolculuğumun bittiği yer, seninkinin başladığı yerdir sadece. Hayırda yarışıyoruz ama birbirimizi geçmeden. Gıpta damarını tahrik etmeden. Bir çemberin çeperlerinden merkezine koşan çocuklar gibiyiz. Kâbenin etrafındaki saflar gibiyiz belki. Aramızdaki hakikat o kadar büyük ki bazı birbirimizi de göremiyoruz. Ama yönümüz/kıblemiz aynıdır bizim.
Yazmakla ne yapıyorum? Koştuğum kısmı tarif ediyorum sana görebilesin diye. Dilerim sen de bir gün kendi yolunu bana tarif edersin. Böyledir bizim halimiz. Fazlası değil. Hele ‘son’ hiç değil. Marifet yolunda ilk aldığımız derslerden birisidir: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır! Birinci Söz’den beridir böyle: Hem bismillahla başlarız hem bismillaha başlarız. Tarif kendisiyle işaret edileni anlamanın ilk adımı olur. Hz. Âdem efendime, talim-i esma ile sonsuzluğun ilk müjdesini tattıran Allah’a hamdolsun. Hiç bitmeyecek olanı öğrenmeye başlamak bitmeyecek tedrisin müjdesidir çünkü.
Buraya varırken nefes alalım. Sana bencileyin bir gayb tarifi yapacağım. Gaybın, dünyamda nasıl yansıdığını anlatamazsam, bundan sonra söyleyeceklerimi de bina edemem. Bence gayb, ikinci bir akıl/kalp yürütmeye ihtiyaç duymayacağımız şekilde bize sunulan şahitlik alanının dışında kalan herşeye tekabül ediyor. Yani malumatımızın dışında kalan herşeye… Çünkü aynı kökten gelen ‘gıybet’ gibi, ‘gıyabında konuşmak’ gibi kimi kullanımlar, onun, bireysel şahitliğimizin dışındaki alana dair olabileceğini de gösteriyorlar. (Bu noktada mana-yı isminin, mana-yı harfiden farkı/zenginliği; birincisinde yalnızca nesnenin kendisine, ikincisinde nesnenin arkasındaki gayba ferasetle nazar etmesidir veya en azından hesaba katmasıdır.)
Diyelim birşeyin şahidi oluyorsun. O şahidi olduğun şeyden sonra, hâlâ şahidi olamadığın her ne varsa, onlar senin gaybındır. Hepimizin şahitlik seviyesi de farklıdır üstelik. İmam-ı Mübin’den Kitab-ı Mübin’e düşen, oradan da bizim nazarlarımıza isabet eden kısımlar, değişiyor. Ehadiyet bize özel bir gılaf giydiriyor onlara. Kulluğumuz da bunu arttırma çabamız oluyor. Daha çok şeye şahit olma çabası. Bana öyle geliyor ki; ayet-i kerimenin övdüğü; ‘gayba inananlar’ bir yönüyle de, işte, bu bilme yolculuğunun hiç bitmeyeceğini kabul edenlerdir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam misali; “Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!” diyenlerdir.
Bizim için her zaman birşeyler gayb kalacaktır. Hakikat, her tarafı aşikâr olmuş, sonuna gelinmiş olmayacaktır hiçbir zaman. Zaten, bilmedikleri birşeyler olduğunu kabul edenler ki, yeni şeyler öğrenmek de ancak onlara nasip olur. İlmin başlangıcı cahilliğin kabulüdür. Şimdi sen söyle arkadaşım: Cahiliyeyi cahiliye yapan nedir? Bilmemek mi? Yoksa bilmediğini bilmemek mi? Bence bütün cahilliklerin ‘gaybında birşeyler olduğunu inkâr etmekle’ bir ilgisi var. “Onlar (takva sahipleri), gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler…” ayeti bunu da ihtar ediyor âdeta.
Şahit olunan âlemin dışında, şahit olamadığımız birşeylerin de varlığını önce kabul etmek, farketmek, sonra o kabul ve farkındalığı arttırmaya çalışmak. Buna açmak kalbini ve ruhunu. Senden ötesine açmak. Bildiğinden ötesine açmak. Beklemek. “Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir…” dersini almak Bediüzzaman’dan. Uyananları uyandıran bu. Uyanmayanların uykularını ağırlaştıran da.
Birşeyi k(g)aybetmek’ten çektiğimiz korkuyu ve acıyı hatırlayalım bu arada. Acaba g(k)ayba iman etmek, birşeylerin yokluğunu ve açlığını çektiğimize iman etmek de olabilir mi? Tamam olmadığımızı, vahiy olmadan da tamam olamayacağımızı, hep eksik birşeylerin kalacağını kabul etmek mi? Mesela; dua etme açlığını, Allaha bütün güzel isimleriyle inanma ihtiyacını, bekaya erme açlığını, ibadet etme ihtiyacını. Varlığın şahit olduklarımızdan ibaret olmadığına inanmaya muhtaçlığımızı. Bunları, k(g)aybettiğimiz birşeyi arar gibi aramak mı gayba iman etmek?
Fıtratımızın derununa insek, daha bunlar gibi bir sürü açlığımız var, hepsini göreceğiz. Hatta her ne ki imana dahildir; inanmayan birisi için, o, fıtratının kaybettiği yanıdır kanaatimce. İbadet de zaten bu açlıkları giderir. “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın…” Belki ayetin devamında namazın rızıkla birlikte zikredilmesindeki hikmet de bu. Yani muhtaçlıklarımızı farkedişimizin ifadesi ibadetler. Rızka ne kadar muhtaçsan namaza da o derece muhtaçsın. O yüzden yanyana anılıyorlar. Farkettiğin açlık farketmediğine işaret ediyor.
Yazar: Ahmet Ay